0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

6. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“KAYIP.”

Bu gemide, hayatımdaki ilk kalpsiz insanı tanımıştım. Ve şimdi bu gemide, ilk kez kalbi atmayan birisine bakıyordum.

Hassas birisi olmasam da kan görüntüsü, atmayan bir kalbin temsili olduğu için bende çığlık atma isteği oluşturmuştu. Buna rağmen boğazım şişip soluk borumu kapatmış gibi tek bir ses çıkaramadan, kardeşimin elini sıkarak izliyordum. Beni şoka sürükleyen bu cinayet korsanları uzun süre hayrette bırakmadı, kız kardeşimin korku dolu çığlığı bittikten birkaç saniye sonra Elvis çiftin odasına girdi.

Hıçkırıklara boğulan kadın ile öldürdüğünü söylediği eşinin başında durup elindeki bıçağı yanına indirirken, “N’oldu?” diye sordu duygusuz bir sesle.

Kadın hâlâ kaldırdığı kırmızı ellerine bakıyordu. Saçları ve giysileri çok dağınıktı. Yüzünün bazı bölgelerinde kırmızı, mor renkli lekeler vardı. Ona bunları, günlerini beraber geçirdiği kocası yapmış olmalıydı. Histerik şekilde nefesler alırken, “Nasıl öldürdün?” diye sordu Elvis, bu kez. “Kavga mı ettiniz?”

Layla elimden tutarak, “Odamıza gidelim!” dedi.

Onun dehşetini anlıyordum ama bu yaşanılanlar olmamış gibi davranamazdım. Bu iki korsan için neyin nasıl olduğu çok da önemli olmamalıydı, bizi öldürmekle tehdit edenler zaten onlardı. Elvis eğilip eliyle adamın nabzını kontrol etti ve başını bu tarafa çevirip arkadaşına doğru baş salladı. “Ölmüş.”

Martin’in geniş göğsü sert bir nefes eşliğinde hareket etti ve eliyle, nasıl der gibi bir hareket yaptı. Bunun üzerine Elvis tekrar kadına döndü. “Neyle öldürdün, ciddi yaralanmış.”

Kadın buna da cevap vermedi, kafasını iki yana sallayarak ellerini ovalıyordu. Martin bu sessizliğe öfke duyarak içeriye girdiğinde, Elvis uzanıp kadının omzuna dokundu. “Kendine gel bayan! Neler olduğunu soruyorum!”

Genç kadın teması hissedince sıçradı ve karşısına baktığında Elvis’i yakınında gördüğüne inanamamış gibi gözlerini büyüttü. Sonraki saniyede onun üstüne atladı ve kanlı ellerini boğazına sararak, “Senin yüzünden!” diye çığlık attı. Layla korkuyla bana yapıştı. “Senin yüzünden beni mahvetti, beni öldürecekti ama ben onu öldürmek zorunda kaldım! Bizi buraya hapsettiniz, kocamı delirttiniz! Sizin… sizin…”

Elvis, kadın üstüne atlasa da yerinden çok oynamamıştı. Diğer odalardan gelen sesleri duyarken Martin içerideki kadına yaklaşarak onu arkadaşının üstünden kaldırdı. Elvis hafifçe öksürerek dişlerini sıkarken Martin hıçkıran kadını yatağa doğru atarak susmasını ister gibi parmağını dudağına yasladı. Kadın kendinden geçmişçesine sarsılırken korsan elini yerde oturan Elvis’e uzattı ve Elvis onun elini tutarak doğrulurken, “Belli ki istemeden yapmış,” dedi kadın için.

“Roza, siz misiniz o? Neler oluyor?”

Bu babamın sesiydi, koridordaki gürültüyü ve dahası Layla’nın çığlığını duymuş olmalıydı. Kız kardeşim onların odasına doğru yürüyüp kapıya vurdu. “Baba, bir kadın kocasını öldürmüş, burada bir ceset var! Sizin yanınıza gelmek istiyorum, lütfen bir şey yapın!”

Babam ve Layla’nın konuşmaları duyulduğunda korsanların ikisi de buraya baktı. Loş ışığa rağmen iki adamın gözlerindeki gerginliği gördüm, işlerin kontrolünü kaybettikleri için huzursuz görünüyorlardı. Babamın Layla’ya, “Siz iyi misiniz?” diye sorduğunu duydum ve hemen kız kardeşimin yanına yürüdüm. Onu kolundan tutup kendi odamıza çektim ve kapının kilidini açıp içeriye sokarken çok hızlı davrandım. “Burada kal, güvende olursun.”

Kapıyı, o cevap vermeden kapatıp kilitledim ve anahtarımı saklayarak az önceki odaya doğru yürüdüm. Bu sırada Martin çıkmış, ailemin odasına gitmişti. Elini kapıya sertçe indirdiğinde bunun sessiz kalmaları için yapılmış bir uyarı olduğunu anladım. Fakat annem, “Kızlarım nasıl? Neler oluyor?” diye sordu.

“Odadan çıkmak istiyoruz! Kızlarım neden odalarında değil, neler oluyor!”

Martin yumruğunu bir daha kapıya indirdiğinde, nefes nefese oraya koştum ve onun önünden geçerek, “Ben iyiyim baba,” diye seslendim. “Layla ve ben iyiyiz. Lütfen korkmayın, bize bir şey yapmıyorlar!”

“Roza kim ölmüş, Layla ne dedi öyle?”

Martin, ailemle konuşmamdan hoşnut olmayarak bir anda kolumdan tutup beni odama doğru sürükleyince öfke ve acının vermiş olduğu güçle çığlık attım. Ve kafamı çevirdiğimde Elvis’i odadan çıkmış, bize bakarken buldum. Omuzları, dağınık gömleğini gergince taşıyor ve gözleri doğrudan bize bakıyordu. “Bırak,” dedi Martin’e, sertçe. “Daha önemli işimiz var.”

Martin sanki kendisi de beni tutmak istemiyormuş gibi kızgınlıkla bırakıp dostunun yanına yürüdü. Kolumu kendime yaslayarak acıyan yeri ovalarken gözlerimi Elvis’in gözlerinden kaçırdım ve o da arkasını dönerek az önceki odaya yürüdü. Ailemin endişeli sorularına, sırf korsanlarla bir daha muhatap olmamak için cevap veremeden odaya ilerledim. Elvis yerden aldığı bir gümüş renkli tokayı tutmuş Martin’e bakıyordu, bu gümüş tokanın ucu sivriydi ve kanla kaplanmıştı. Elvis bu toka ile adamın yanında eğildi ve Martin’e boğazını göstererek, “Burasına saplanmış,” dedi. “Sanıyorum ki kadın kendisini kurtarmak isterken hesapsızca davranmış, korkuyla birkaç kez boğazını hedef almış. Bu kadar kanın nasıl fışkırdığını anladın mı dostum?”

Martin, inceleyici gözlerle o tokaya baktıktan sonra yataktaki incinmiş kadına baktı. Bedeni, bu kadar hıçkırığın altında eziliyor gibi küçülmüştü. Elvis canı sıkılmış gibi bir ses çıkararak kalkarken, “Onu uyarmıştım,” dedi. “Karısını rahat bırakmasını söylemiştim. Bizim suçumuz değil, belli ki karısına böyle davranmaya alışkın.”

Dediği gibi, ben de bu adamın karısına kötü davrandığını düşünüyordum ama onlar da suçluydu. Eğer bu odaya hapsolmasaydı kadının öldürmekten başka çaresi olabilirdi. Bedenim düşüncelerimin baskısıyla odaya girdiğinde, Elvis gözlerini bana çevirdi. Yanında durduğu adam mı, kendisi mi daha kalpsiz anlaması zordu.

“Sizin yüzünüzden,” dedim daha neler neler söylemek isterken.

Martin’in düşmanca gözleri buraya çevrilirken Elvis bana kimsenin bakmadığı gibi baktı. “Odana dön.”

Yapmalıydım ama bu kadının hali ben buraya âdeta hapsediyordu. Yüreğimi titreyen omuzlarıyla sarsan kadına bir daha bakarak kendimi onun yanına götürdüm. Bu korsanların onu odaya hapsetmesinden korkarak omzuna dokundum. “İyi misin? Yardıma ihtiyacın var mı?”

Elleri yüzünü kapatmıştı, Martin ile Elvis beni çıkarmak için hareket etmediğinde uzanıp kadının ellerine dokundum. “Beni duyuyor musun?”

Ellerini çektiğimde yüzündeki kanların yaşlarla ıslandığını gördüm. Gözleri bana çevrilirken korkuyla doldu. “Kocamı öldürdüm,” dedi yeniden.

Kadın perişandı, böyle duramazdı. Kocasıyla aynı odada da kalamazdı. Kadının üstünü değişmesine yardım etmeliydim, bu sırada Elvis ile Martin adamı çıkarabilirdi. Gözlerimi aşağıya indiremiyordum, tepki vermekten endişe ediyordum. Martin’den değil de Elvis’ten istemek için ona döndüm. “Bu kadının yardımıma ihtiyacı var, odadan çıkmanız gerekiyor.”

Elvis, elinde cinayet aletini tutarken yüzümü izledi ve saniyeler sonra arkadaşına döndü. Martin söylediklerimi onaylamıştı, şaşkınlık vericiydi. “Onu okyanusa atmalıyız,” dedi Elvis, arkadaşına.

Kendimi bir cinayetten sorumlu hissederek ürperdim. Birisini öldürmek suçtu, yardım etmem suçtu, bu gemi yolculuğuna çıkmam suçtu. Elim, kadının eliyle beraber titredi ve Martin arkadaşına hak verdi. Eğilip adamın üstünü aramaya başladığında kadına döndüm ve onu kaldırmaya çalıştım. “Bana yardım et, seni banyoya götüreyim.”

Kadın bana yeniden bakarken gözbebekleri büyüdü, burnunun ucu ağlamaktan kızarmıştı. Tenine bulaşmış kana tepki vermemek için çok çabalıyordum. Bedenini kaldırdığımda bana doğru yaslandı ve ellerimi sıkarak, “Üstüme saldırmıştı,” dedi. “Bana bunu daha önce de yaptı ama bu kez kaçamıyordum.”

Elbette kaçamazdı, hapis altındaydı. Bunun sorumlularına öfkeyle baktım. Elvis banyoya ilerleyişimizi izlerken oldukça duyarsız görünüyordu. Gözleri kadının saçlarında dolaştığında bir başka toka aradığını anladım, belli ki kendilerinin zarar görmesini istemiyordu.

Banyoya girdiğimizde kapıyı hemen kapadım. Kadın kendinde olmadığı için onu lavaboya ben götürdüm. Suyu açıp ellerini yıkadım, kalıp sabunla köpürttüm. Hıçkırığını dindirmek için söyleyecek hiçbir sözcük bulamadım. Kocasının kendisine hep böyle davrandığını geçirmişti cümle içinde, onu seviyor muydu bunu bile bilmiyordum.

Islanan ellerimi kadına götürüp kan lekelerini silerken, “Adın ne?” diye sessizce sordum.

Kendisine sarılan kollarını daha da sıktı. “İsmim… İris.”

“İris,” diye tekrarladım. “Ben de Roza. Tanıştığımıza memnun oldum. Peki ya kaç yaşındasın?”

Gerçekten çok gençti, yüzüne yakından bakıldığında daha iyi anlaşılıyordu. “Ben… yirmi bir yaşındayım.”

Neredeyse yaşıttık, erken bir evlilik yapmış olmalıydı. Doğrusu, Moğala için tam zamanında bir evlilikti. Yüzündeki lekeleri temizlerken, “İsteyerek yapmadığına inanıyorum,” dedim. “Sanıyorum kendini korumak istedin, doğru mu?”

Histerik bir soluk alırken, “Kazaydı,” diye fısıldadı. “Bana vuruyordu, kendimi korumak için kaçmayı denedim, banyoya girecektim, beni duvara yasladı.” yaşadıkları gözlerinin önüne geldiğinden olsa gerek dalıyordu. “Artık canımı yakmasını istemiyordum, kendimi korumayı isterken ne yaptığımı anlayamadım bile.”

“Sana nasıl davrandığını yüzünde görüyorum,” dedim yaralarına parmak uçlarımla dokunarak. “Ben… keşke daha önce geldiğimde seni odadan çıkarsaydım, çok üzgünüm.”

Gözlerini kırpıştırdı. “Sen… doğru! Gelmiştin, değil mi?”

“Evet, kocanın öfkesini fark etmiştim, hatta korsan da ona ses çıkarmamasını söylemişti.” Elvis onu uyarmıştı fakat adam ne kadar kinli ve öfke doluysa hırsını kadından çıkarmıştı.

Cildindeki kan damlalarını temizlendiğinde saçlarını da düzelttim. Giysisi beyaz olduğu için kan kendini çok belli ediyordu, yeni giysi giymesine yardım etmeliydim. “Burada bekle, sana temiz giysi getireyim,” dedim.

Tepkisiz kalınca banyodan ayrıldım. İçeriye girdiğim anda ayaklarım sekti, ellerim heyecandan yumruk oldu. Elvis’i gördüğüm an duraksayıp sonrasında gözlerimi kaçırarak odada ilerledim. Köşede valiz vardı ama açılmıştı, sanırım kıyafetler dolaba yerleştirilmişti. Kıyafet dolabını açtım ve kadın kıyafetleri içinden bir triko bluz ile bol paçaları olan pantolonu aldım.

Doğrulurken gözlerim korkuyla yere çevrildi, ceset yoktu ama olay yerinin etrafında kan vardı.

“Nerede?” diye sordum gözlerimi büyüterek.

Elvis beyazlayan yüzüme haddinden fazla bakınca huzursuz oldum. Bana yaklaştığında da hızlıca doğruldum. Karşımda durup elini uzattığında kendimi geriye çektim ve sırtım dolaba yaslanırken gözlerim kocaman açıldı. İlk kez elini bu şekilde, dokunacakmış gibi uzatmıştı bana. Korkumu görmüş gibi elini havada tuttu ama sonra tekrardan uzattı. “N’apıyorsun?” diyerek kafamı diğer tarafa çevirirken elinin tersiyle yüzümün kenarını hafifçe sildi. Kalbimin göğsümden başka gidecek yeri olsa, eminim o an yapardı. Bu adamdan kalbim bile korkuyordu ki böyle çarpıyordu.

“Yüzünde kan görmek hoşuma gitmedi,” dedi kayıtsızca.

Parmaklarının soğukluğuyla ürperip elini ittim ve bir şey demeden arkamı döndüm, banyoya girerken dokunduğu yeri sertçe sildim. Kanı ne ara bulaştırdığımı fark etmemiştim. Bakınca İris’in yere çömelip kendisine sarıldığını gördüm. Haline acıyarak yanına gittim ve yavaşça dokundum. “İris, sana temiz giysi getirdim.”

Durmadan kafasını sallıyor, fısıldayarak kendi kendine konuşuyordu. Şokun üstesinden gelememişti. Kıyafetleri temiz küvetin kenarına koydum ve onu kaldırıp giysisini çıkarırken gözlerine baktım. “Korsanlara güvenmiyorum, vakit kaybetmeden üstünü değişelim.”

Elbisesinin düğmelerini açtım ve kenara bırakıp temiz giysilerini giymesi için teşvik ettim. Bir şeyler sorarak onu tetiklemek istemiyordum, bana bile saldırabilirdi. Sorduğum basit sorulara dahi düşünerek cevap veriyordu. Giysilerini giydiğinde saçlarını bir daha düzeltip omuzlarını sıvazladım. “Kocanı götürmüşler, odada yok. Sen burada kalmaya devam edebilir misin?”

Kocasından bahsettiğimde kafasını hızla kaldırdı. Bana baktıktan sonra kapıya dikti gözlerini. Korkmuş görünmesinin yanında öfkeliydi de. Ellerimden kurtulup kapıya ilerledi ve açıp dışarıya çıktı. Arkasından gittim ve tekrar Elvis’i gördüm. Elleri cebinde, onu bıraktığım yerde dikiliyordu. İris sendeleyerek onun üstüne yürürken, “Sizin yüzünüzden kocamı öldürdüm,” dedi. “Bizi buraya hapsettiniz, hiçbir yere kaçamadım.”

“Onu öldürmen iyi olmuş,” dedi. “Yoksa o seni öldürecekti.”

Bu kadar net olmasının zamanı değildi. Nasıl da hiçbir sorumluluk almıyordu? İris onun önünde durup, “Kaçabilseydim onu öldürmezdim!” derken sesi yükselmişti. “Buraya hapsettiniz, sen ve o alçak korsanlar yüzünden katil oldum!”

“Bence sevin,” dedi Elvis, tüm bunların karşılığında. Kadının yüzünü seyredince onlara doğru yaklaştım. “Kocandan kurtuldun ve Moğala’dan kaçıyorsun, kimse sana kocanın nerede olduğunun hesabını sormayacak. Kıyıya yaklaştığımızda kendine dayakçı kocandan daha iyisini bulabilirsin.”

Söyledikleri çok duygusuzdu. O kadın kocasından zulüm görüyordu ama bu kendisini bir katil olarak görmeyi düşlediği anlamına gelmezdi. Dediği gibi, bu cinayeti işlemekten kurtulabilirdi ama hikâye sadece bundan ibaret değildi. İris ona inanamayarak, “Sahip olduğum başka kimse yoktu!” diye haykırdı. “Ona muhtaçtım, ben şimdi ne yapacağım!”

“Seni prangalarından kurtarmışız, şokun bittiğinde bunu fark edeceksindir bayan.” Bir niyet taşımadan, düz konuşuyordu.

“Neden bize bunu yapıyorsunuz? Sizin yüzünden kocamı öldürdüm, bir katilim diyorum. Sen ise kurtulduğuma sevinmemi söylüyorsun! Şu an bile, az önce ellerimden kan yıkamışken bile senden daha akıllı düşünüyorum! N’aptınız! Kocamı nereye attınız!”

Elvis sesinde bir duygu değişimi olmadan, “Artık okyanusta,” dedi.

İris’in dudaklarından bir inleme döküldü ve saniye geçmeden elini kaldırıp Elvis’in sağ yanağına indirdi. Tokat sesinin yankısını duyana dek gördüğüme de inanmamıştım. Ellerimi hızla ağzıma kapattım ve Elvis’in başı yana eğildiğinde, yanağını kaplayan sıcak kırmızılığa bakakaldım. İris onun yakası açık gömleğini tutup bağırdı. “Madem öyle, madem katil olmam senin için bir sorun değil, o halde seni de öldüreyim korsan!”

Elvis’i sarsmaya çalışıyordu ama kendi bedeni sarsılıyordu. Elvis yanağını okşayarak başını doğrulttuğunda, hızla ileriye çıktım ve İris’i tutup kendime çektim. Onu kendimle kapatıp arkama saklarken kendimi Elvis’in dumanlı gözleriyle bir fırtınada buldum. “Ona bir şey yapma,” fısıltısı döküldü dudaklarımdan.

Parmaklarıyla çenesini hafifçe sıktı ve duruşunu düzeltip kafasını kaldırdı. Üstümüze gelmesinden endişe ederek gerilerken, “Neden onun önüne geçiyorsun?” diye sordu bana.

Yutkundum. “Çünkü bana vurmazsın,” dedim. Bunu nereden bildiğimi bilmiyordum ama bunun doğru olduğunu biliyordum.

Kibir abidesi Elvis bana ve İris’e hiçbir şey demeden oda kapısına ilerledi. Bir rahatlamayla omuzlarımı düşürdüğümde kapıyı kapatarak çıkmıştı. Kilidin döndüğünü duydum ve İris’le yalnız kaldığımızda onu yatağa kadar götürdüm. Yatağın örtüsü kapalıydı, başı yastığına düştüğünde doğrulup çaresizce ellerimi ovdum. Ben de bu odaya kilitlenmiştim, kardeşimle Peter yalnız kalmıştı. Ya kardeşime bir şey yaparsa? Ondan aldığımız bıçak odadaydı, umarım Layla incinmezdi.

İris kollarını bir daha kendine dolayıp ağlamaya başlayınca sessizce geri çekildim. Cama yürüyüp dışarıya bakarken yıldızlardan başka ışıltı göremedim. Karanlığa doğru ilerliyorduk, sudaki dalgaları bile göremiyordum. Ruhumdaki boşluktan sızan tek şey bu karanlıktı. Ölüm ve korkunun vermiş olduğu belirsizlik, kırık bacaklarımın üzerinde yürümeye devam ediyormuşum gibi hissettiriyordu.

Ya o adamın ruhu hâlâ bu odadaysa?

İnanışıma göre beden gibi ruh da bu dünyayı terk ederdi ama karısı o adamı öldürmüştü. Ya ruhu huzursuzsa? Ürpererek kendime sarıldım ve dakikalar geçerken yerimde sabit kaldım. Baktıkça gözlerim karanlığa alıştı, okyanustaki dalgaları görebildim. Hiçbir şeyin saf görünmediği gibi bu su da yalnızca okyanus değildi, artık bir hikâyesi vardı.

Saatler geçerken uykum olmasına rağmen uyuyamadım. Hem kardeşimi merak ediyordum hem tedirgindim. Layla’nın da burada kalmasını istemeliydim, onu da almalıydım ama bu sırada korsanlar yanımda olacaktı, Peter’i görme ihtimalleri vardı. Kardeşimi düşünürken kulağımı kapıya dayayıp koridordan, odamdan bir ses gelecek mi diye bekledim. İris hıçkırıklarıyla uykuya dalmıştı, bilinçsiz olsa da ara ara inliyor, yatakta dönüyordu. Belki kocası onu ziyaret ediyordu. Odanın içinde yürümeye başladığımda gün doğuyordu, işte bir geceyi daha uykusuz geçirmiştim. Masaya oturduğumdaysa sonumuzun ne olacağını düşünüyordum. Bu odada birisi ölmüştü, aklımdan çıkaramıyordum. Ya başka birisi de odada hapsolmaktan delirir, hiç olmayacak şeyler yaparsa?

Bu korsanlardan kurtulmalıydım.

Anahtarlara ulaşmam, insanları çıkarmam gerekiyordu. İlk anda hepimiz hazırlıksız yakalanmıştık, karşı koyamamıştık, bu kez üçünü de okyanusun serin sularına yollayabilirdik. Ah, acaba sessiz düşüncelerime ben inanıyor muydum?

Umutsuzca başımı ellerimin arasına aldığım sırada kapıya vurulduğunu duydum. Korsanlar kahvaltı mı getirmişti? Henüz çok erkendi, normalde daha geç geliyorlardı. Ses çıkarmadım ve kapı açıldığında Elvis’i gördüm. Sanki onu göreceğimi biliyormuş gibi şaşkınlık yaşamadım. Kıyafetlerini değişmişti. Koyu mavi, keten gömlek ile siyah pantolonu içindeydi. Yakaları açıktı ama gece olduğu kadar dağınık değildi, saçlarının ıslaklığını fark edince sinirlendim. Yıkanmıştı, bizim olan bu gemide keyfine göre yaşamaya devam ediyordu. “Ne istiyorsun?” dedim.

“Seni de öldürecek başka bir tokası var mıdır?” derken ciddi miydi yoksa her zamanki gibi alay mı ediyordu anlamadım.

“Belki seni öldürür,” dedim ama bir ihtimalden fazlası, bir dilekti.

Ve bir gecenin ardından gördüm o alaycı gülüşü. Günümü zehre çevirdiğini söylesem abartmış olurdum ama kanım çekilmişti. Gözleri sadece gözlerime değil, yüzümün her yerine bakıyorken, “Benden ne kadar çok nefret ediyorsun,” dedi.

“Neden, kalbini mi kırıyor?” dedim alaycı şekilde.

O gülümseyişi arttı. “Sen gerçekten kalbimi kırmanın hayalini kuruyorsun.”

Sinirli şekilde sandalyeden kalktım ve karşısında dikilirken, “Bir saniye bile seni düşünmüyorum ki bunun hayalini kurayım,” dedim.

Tek kaşını kaldırdı. İnanmıyor görünüyordu, haklıydı da. Gece boyunca bu adamların üstesinden gelmeyi düşlemiştim. “Roza,” diyerek konuştuğunda ismimi kullandığı için şaşırdım, yanaklarım ısındı. “Bizler için kendini bu kadar yıpratma. Bu gemiyi, kimseye zarar vermeden terk edeceğimi söyledim. Odana dön, artık uyu.”

İnsani konuşmasını beklemediğim için ne karşılık vereceğimi bilemedim. Niyetleri öldürmek değildi ama yaptıkları her şey gururumu kırıyordu, bana ne derse tersini yapmayı istiyordum. Fakat haklıydı, odama, kardeşimin yanına gitmeliydim. İris için endişelenmiştim ama kardeşim de yabancı bir adamla beraberdi. Bir şey demeden yanından geçip kapıdan çıktım ve odama ilerlerken Elvis, İris’in kapısını kapatıp kilitledi.

Kendi odama ulaşmak için ailemin odası önünden geçiyordum ki, “Roza!” diye seslendi babam.

Başımı kapılarına çevirdim, kapı deliğinden mi bakıyordu? Nasıl koridora çıkar çıkmaz beni görmüştü. Kapıya yaklaşıp, “Baba?” dedim. “Benim, iyiyim! Siz nasılsınız?”

“Asıl sen n’apıyorsun, neden dışarıdasın?” dedi babam, sesinde kızgınlık ve korku vardı. “Nasıl bu kadar kolayca koridora çıkabiliyorsun, bu korsanlar seninle ne konuşuyor? Onlara söyle, kapımı açsınlar! Bu odaya gelmenizi, bizimle kalmanızı istiyorum.”

“Baba, yemin ederim ki Layla ve ben iyiyiz, öyle olmasa konuşamam zaten değil mi?” Ümitsizce başımı eğdim. “Odama gidiyorum, annem ve sen endişe etmeyin. Sabah ve akşam yemeklerinizi yiyin, aklım sizde kalmasın.”

Babam bir daha, “Roza,” dedi, sesi bu kez içten ve yumuşaktı. “Kızım sizin için çok korkuyorum, uyuyamıyorum, yemek yiyemiyorum. Nasıl dışarıdasın, bana anlat?”

Islanan gözlerimi temizlerken bir gölgenin yakınlığını fark ettim. Elvis kapıya yaklaştı. “Bayım, bir sorun mu var?”

Ona döndüm. “Ne onursuz bir adamsın sen! Sorunun ne olduğunu biliyorsun!”

Biraz bile alınmadan kapıya doğru bakınca gözlerinin rengine fazla odaklanmaktan korkarak hızla uzaklaştım ondan. Babam, “Odamdan çıkmayı istiyorum!” dedi ses yükselterek. “Kızım nasıl dışarıda? Ona ne yaptınız, bana anlatmak zorundasınız!”

“Kızınıza rızasız elimi bile sürmem bayım, yok yere endişe duymayın. Yaşınız var, sinirlenip bir sağlık sorunu yaşamanızı istemem.” Babam karşısındaymış gibi kibarca gülümsedi ve bana döndüğünde gözlerindeki o bakıştan, bu durumdan ne kadar zevk aldığını okudum.

Bunun verdiği kinle onu omzundan ittim ve arkamı dönerek odama koştum. Babamın ismimi seslenişine karşılık veremeden oda kapımı açtım ve önüme bile bakamadan kapattım, son kez gördüğüm gözlerin ona ait olması Tanrı’nın bir bildiğinden olsa gerekti. Zira böyle düşünmezsem, Tanrı’ya güvenmezsem delirebilirdim.

Sırtımı kapıya yaslayıp önüme döndüğümde gözlerim kız kardeşimi aradı. Layla’yı hemen yatakta buldum, elinde bıçakla bana doğru dönmüştü. Üstünde kıyafetleri duruyordu, yatak hiç dağılmamıştı. Gözlerinden uyumadığı belliydi. Beni gördüğünde bıçağı yatağa bırakıp doğruldu. “Abla! Gece boyunca seni bekledim, beni neden bu adamla bıraktın!”

Onun yanına ilerlerken sessiz olması için parmağımı dudağıma yasladım. Elvis hâlâ koridorda olabilirdi. Odadaki masaya doğru bakınca Peter’in o masada, kollarına yaslanarak uyuduğunu gördüm. Herhangi bir aksilik yaşanmamıştı anladığım kadarıyla. “Geceyi o kadının yanında geçirdim, çok kötüydü,” dedim ve Layla’nın yanına oturdum. “O bıçakla ne yapıyorsun?”

Bana gücenmiş gözlerle bakarak, “Bana saldırırsa kendimi koruyacaktım,” dedi. “Uyuyamadım bile. Fakat bu adam huzurla uyudu, bir kez bile uyanmadı.”

Ağrıyan gözlerimi ovarak, “Aklım sendeydi,” dedim. “Fakat bir şey yapamadım. Kadın çok kötüydü Layla, haline üzüldüm.”

“Bu adam bana bir şey yapsaydı bana da üzülecektin! Hem o kadın kocasını öldürmüş abla, ya sana da bir şey yapsaydı?”

“Üzerine çok düşünmedim Layla, yalnızca o an yardımcı oldum.” Peter’e doğru bir daha baktım. “Neyse ki sen de iyisin. Ben buradayım, artık uyuyabilirsin.”

Huzursuzca esneyip kararsız bir bakış attıktan sonra yatakta uzandı. Örtüyü onun omuzlarına, kendi bacaklarıma doğru örtüp sırtımı yatağın başlığına yasladım. Bıçağı elime alıp dikkatli şekilde tutarken bastıran uykuya karşı koymaya çalıştım. Her ne kadar herhangi bir şey denememiş olsa da Peter’in yanında savunmasız kalamazdık.

Bir ara maalesef ki uykuya dalmışım. Beni uyandıran ses bir vurma sesi olmuştu. Gözlerimi ürpererek açtığımda Peter’in de sandalyeden fırladığını gördüm. Telaşlı, yeni uyanmış şekilde kapıya bakıyordu. Ağrıyan ensemi ovarak doğruldum ve Peter’e, “Sessiz ol,” diye fısıldadım. “Kahvaltıyı getirmiş olmalılar.”

Peter, kapı açısının dışına çıkarak saklandığında ilerledim. Uyku sersemi şekilde kapıyı araladığımda Ares’i gördüm. Nedense Elvis’in beni gıcık etmek için geldiğini düşünmüştüm. Uzattığı tepsiyi alırken, “Geceyi bir katille geçirmek nasıldı?” diye mırıldandı bana.

Gözlerimi tehlikeli şekilde kısıp sertçe baktım. “O adam sizin yüzünüzden öldü. Bu sorumluluğu nasıl kabul etmezsiniz?”

Ares umduğum kadar huzursuz görünmedi. “İnsanların duygularına ve ölümlere karşı hassasiyeti olan birisi korsanlık yapmaz. Bizden ne bekledin ki?”

Bu netlik beni kendime getirmeliydi. Ne olduklarının, nasıl davrandıklarının kendileri de farkındaydı. Kötücül, kalpsizlerdi. Sanırım kalpsiz birilerini ilk kez bu kadar yakından tanıdığım için hâlâ inanamıyordum.

“Haklısın,” dedim bu yabancıya. “Bu kadar kötü insanlarla daha önce karşılaşmamıştım. Kabullenmem zaman alıyor.”

Göz kırptı. “Afiyet olsun.”

Elindeki diğer tepsiyle koridorun karşısına yürüyüp ailemin kapısını açarken onları görebilmek için bekledim. Ares girmediğimi görünce bana bir bakış attı. Çenemi kaldırdım. “Ailemi göreceğim, bir zararı olmaz değil mi?”

“İçeriye gir,” dedi ama kapı açıldığında önüne döndü. Anahtarı cebine atarak doğruldu ve tepsiyi babama uzattığında, babamın gözleri bana kilitlendi. Günler sonra yüzünü görmenin etkisiyle boğazıma yumru yerleşti, gözyaşı dökmeye çok yakındım. Babam tepsiyi almadan eşikten dışarıya çıktı. “Roza, nasılsınız kızım?”

Ares iri elini babamın göğsüne koyarak onu durdururken çok vicdansız göründü. “Bayım, odanızda kalın.”

Babamın omzu arkasından annem de, “Roza,” diye fısıldadı. “Şükürler olsun yüzünü görebildik, Layla nasıl?”

“Biz iyiyiz anne,” dedim ve Ares babamı göğsünden içeriye iterek bir daha, “Odanıza girin!” dedi.

Babama davranış şekli yüzünden elimdeki tepsiyi bu adama fırlatmak istedim. Fakat benim yapmak istediğimi babam yaptı, elindeki tepsiyi koridora fırlatıp Ares’in eline sertçe vurdu. “Bu odaya geri dönmüyorum alçak herif! Bu gemi bizlerin, siz üç soytarıya olan sabrımın sonuna geldim!”

Babamın öfkesini ateşleyen şey dün Layla’nın attığı çığlık olmalıydı. Bizlerin güvende olmadığını hissedince odada kalıp bunların gemiyi terk etmesini bekleme düşüncesinden vazgeçmişti demek. Ares babama doğru eğilerek, “Sabrınızı tükettiğimiz için üzgünüm ama bu gemiyi terk etmemiz için günlerin geçmesi gerekiyor,” dedi, ses tonu tehdit doluydu. “Kızlarınız gayet iyi, gördüğünüz gibi yemeklerini yemek üzereler. Hatta büyük kızınız beni yaraladı, buna rağmen kendisini üzmedik. Odanıza girin, biz gemiyi terk ettiğimizde yolculuğun tadını çıkarırsınız.”

Babam adamı yaraladığımı duyunca bana doğru şaşkınca baktı, neler olduğunu merak ediyordu. Annem ise babamın arkasından öfkeli şekilde, “Ya bizden aldıklarınız?” dedi. “Onları geri istiyorum! Tüm paramızı, ganimetlerimizi, mücevherlerimizi!”

Ares anneme hafifçe gülümsedi. “Arkadaşlarıma daha çok yakışacaktır.”

Pislik! Elvis ile aynı dilden konuşuyordu.

Babam gerçekten tahammülü kalmamış gibi Ares’e yaklaştı ve onun gömlek yakalarından tuttu. Elimdeki tepsiyi eğilip yere bıraktım ve onlara yaklaşırken annem korkuyla bağırdı. Babam Ares’i sarsmaya çalışarak bağırdı. “Girmiyorum odama! Nasıl yapacaksın! Ne yapacaksın? Öldürecek misin beni?”

Ares’in kontrolü ele almak üzere omuzlarını dikleştirdiğini gördüm ve babam onu koridora doğru ittiğinde, hızla babamın yanında yer aldım. Bıçak pantolonumun arkasındaydı, kapıyı açarken oraya koymuştum. Fakat bıçağı doğru zamanda kullanmazsam elimden alırlardı. Babam beni göğsüne doğru bastırarak Ares’e bağırdı. “Odalarımızdan çıkacağız, artık hapis kalmayı istemiyorum. Bunun karşılığında ne yapacağınızı söyle, beni öldürecek misiniz?”

“Açıkçası bayım, yapmayı umduğum ve istediğim bu değil.” Ares artık ses yükselterek, gözlerinden ateşler saçarak konuşuyordu. “Fakat yapmam gerekirse yaparım. Sizin insanları arkanızda bıraktığınız gibi, hedefimize giderken biz de arkamızda kimi bıraktığımızı umursamayız. Sizlere karşı ancak bu kadar kibar olabilirim, sabrımı sınamayın.”

Babam, Ares’e doğru saldırıya geçeceği an annem panikle babamı tutmaya çalıştı. Ben de endişe duyarak koluna asıldım ve Ares, babam daha kendisine ulaşmadan belindeki keseden bir bıçak çıkardı. Babam o bıçağı görünce yavaşladı ve öfkeyle soluğunu aldı. “Lütfen durmayın bayım,” dedi Ares, bıçağı havada bir tur çevirip tekrar eline alırken.

“Baba!” dedim çaresizce. “Cani onlar! Yapma, lütfen.”

“Odama geç,” dedi babam, bana. “Odamda kalacaksınız, kardeşin de…”

Babam hızla benim odama ilerliyordu ki, korkuyla önüne geçtim. Peter’i görürse ne babama ne de korsanlara açıklayamazdım. Kapadığım kapımın önünde durup, “Baba, artık sakinleş!” dedim. “Layla müsait değil, uykusunda. Biz iyiyiz diyorum, beni duy artık. Sizin odada dört kişi nasıl kalacağız? Günlerimizi nasıl geçireceğiz? Korsanlar gemiyi terk edene kadar sabret, lütfen.”

Aslında ben de babamla beraber onlara meydan okumayı istiyordum ama içinde bulunduğum şartlar yüzünden babamı odamdan uzak tutmalıydım. Annem eşikten çıkıp babamın elini tutarken, “Ona karşı koyacağın hiçbir şey yok,” dedi babama. “Bir bıçağı var, seni yaralayabilir. İçeriye geçelim hayatım.”

Babam kendisinden epey küçük olan bu korsana dönüp elindeki bıçağa baktıktan sonra gözlerini öfkeyle yumdu. Babamın gururunu kırıyordu bu kadar aşağılanma, anlıyordum ama Ares’in babamı incitmekten çekinmeyeceğini biliyordum. Bana dönüp, “Anahtarın neden sende?” diye sordu babam.

Bunu nasıl açıklardım? O korsana kitap okuduğumu bilse babam bana neler yapardı, tahmin edemiyordum. Ağzımı bir kez açtım ama cevap veremedim. Ares ailemin üstüne yürüyerek, “Artık odanıza girin,” dedi, elinde bıçakla. “Kızınıza anahtarı ben verdim, bir çıkarım da yok. Kendisi bana meydan okuyarak hak etti bu iyiliği. Lütfen artık odanıza girin.”

Sırrımı vermediği için rahatladım. Elvis’in odasına girdiğimi biliyordu, anahtarı bende tutanın o olduğunu da. Babam çenesini kaldırarak, “Önce kızım odasına girecek,” dedi. “Onun güvende olduğunu bildikten sonra içeriye gireceğim.”

Kapının üstündeki anahtarı aldıktan sonra yerden de tepsiyi aldım. Hızla içeriye girip kapıyı kapatmadan önce de onlara döndüm. “Giriyorum içeriye baba, lütfen siz de girin.”

Annem de babamı odalarına doğru çekti. Babam güvende olduğum için biraz rahatlamış görünerek kapıyı kapattı. Kendi kapatmadan önce Ares’e baktım, bıçağını belindeki kesenin içine doğru koyarak kirpiklerinin arasından bana bakıyordu. “Cesaretini babandan aldığın belli.”

“Sanıyorum baban da sana alçaklığını miras bırakmış!”

Gözbebeklerinde görmek istemeyeceğim bir kötücül duygu oluştu ve üzerime doğru sert bir adım geldi. Hızla kapıyı çarptım ve bir elimde tepsi varken güçlükle kilitlemeye çalıştım. Onu etkilemiş olmalıydım, yoksa üzerime yürümezdi. Kapıyı kilitledim ve Peter elimden tepsiyi alırken Ares kapının üzerine sertçe iki kez vurdu. Ardından bir şey söylemeden uzaklaştı.

Peter bana endişeyle bakıp, “Dışarıya çıkmalı mıydım?” diye sordu.

“Hayır hayır!” Kısık sesle masaya ilerledim, kendimi yorgunca sandalyeye bıraktım. “Kalmakla iyi yaptın. Babam ile annem karşıdaki odada kalıyor, babam bizim için endişelenip korsanla kavga etti. Çıksaydın saklandığın için sana, sakladığım için bana ne yaparlardı bilmiyorum.”

Peter koridoru dinleyip karşımdaki sandalyeye oturdu. Tepsiyi aramıza bırakırken, “Madem buradayım, bir şeyler yapmalıyız,” dedi. “Anlamadığım bir sebepten anahtarın var, odadan çıkabilirsin. Arkandan gelirim, seni korurum.”

Uzanıp tepsideki çay fincanını alırken, “Üç kişiler, onlarla dövüşebilir misin?” diye sordum. “Bıçağımız da var, uzaklaştırmak ya da savunmak için kullanabiliriz.”

Tepsideki diğer çay fincanına baktığında, “Alabilirsin,” dedim. “Layla uyanana kadar soğur.”

Fincana uzanıp aldı ve bir yudum içip, “Dövüşmekte usta değilim,” dedi biraz mahcup görünerek. “Bıçağa ihtiyacım olacaktır.”

“Onların da bıçağı, silahı var. Üçüne karşı yalnız sen. Senin yerinde başka bir erkek de olsa, yalnız başına üstesinden gelemez. Plan yaparak onları zamansız yakalamalıyız, yoksa hiç şansımız yok…”

Ben bir dilim ekmeğe açlıkla uzanırken, “Aklında bir şey var mı?” diye sordu Peter.

“Bazı şeyler düşündüm ama aklıma yatmadı, daha çok düşünmeliyim.”

Peter de bir dilim ekmek alıp pastırma ile yedi. Bu sabah da pastırma getirmişlerdi, acaba herkesle mi paylaşıyorlardı? İlk dilim ekmeği tereyağıyla, ikinci dilimi pastırma ile yedim ve çayımı bitirirken biraz doymuş hissettim. Layla için biraz ekmek ve yiyeceği tabağın kenarına bıraktım.

Peter fincanı bırakırken, “Yemeğinizi benimle paylaşmak zorunda bıraktım sizi, mahcup oluyorum,” dedi.

“Aklıma bile getirmiyorum bunu, kendini kötü hissetme,” dedim. Peter’le konuşurken huzursuz veya gergin olmuyordum, onunla konuşması rahattı. Mesela Elvis… Hiç öyle miydi? Beni huzursuz ediyor, kalbimi yoruyordu. Yaklaştığında bile tüylerim diken diken oluyordu. O pislik aklıma geldiğinde gözlerimi yumdum, keşke yapabilseydim, ona zarar verebilseydim.

“Benim burada olduğumu fark etmeden onlardan kurtulmalıyız,” dedi Peter, gözleri havada asılı kalmıştı. “Hapiste gibi hissediyorum kendimi.”

Sandalyeden kalkıp banyoya giderken gözlerim içeride kaldı. Lavaboda ellerimi yıkayıp dişlerimi fırçaladım, küçük aynadan kendime bakarken de tenimin solgunluğu gözüme çarptı. Genellikle hasta olduğum zamanlar böyle görünürdüm. İçeriye döndüğümde gün ışığında okyanusa baktım, bugün en hoyrat ve dalgalı günündeydi. Kaptan umarım bizi bir buzdağına çarpmazdı.

Çalınmayan diğer kitaplarımdan birini alarak yatağa oturdum ve sırtımı yaslayarak okumaya başladım. Zihnime Elvis ve diğer iki korsandan başka şeyin girmesini istiyordum, belki biraz şanslıysam bu kitapta onları savunmasız bırakacağım bir şeyler karşıma çıkardı.

Romanımı okurken saatler geçti. Bu hikâye ne yazık ki diğer kitap kadar içine çekmemişti beni. Aklım korsanlara kayıyordu, gözlerim cümlelerde dolaşırken bile kurtulmanın yolunu arıyordum. Belli ki düşmanlık yaparak olmuyordu, niyetim görünüyordu. Ya başka bir yolunu bulsam, onlarla arkadaşlık ederek yakınlaşmaya çalışsam? Bu kadar gururlu ve savaşçı davranmam onların bana karşı tetikte olmasını sağlıyordu.

“Abla, artık kıyafetlerimi istiyorum!”

Layla uyanalı yarım saat kadar olmuştu, dolaba yerleştirdiğim giysilerim arasından giyecek şeyler bakıyordu. Akşamüstü olmuştu ama belli ki kıyafetini değiştirmek onun için vakit geçirdiği bir şeydi. Kitabımı ahşap komodine koyup, “Haklısın,” dedim. “Almalıyız.”

Layla buna sevinip başını salladığında yataktan doğruldum. Bu sırada Peter camdan dışarısını izliyordu, bugünkü dalgalar seyre dalacak kadar kuvvetliydi. “Yukarıya çıkıp senin odanın anahtarını isteyeceğim.”

“Verirler mi sence?”

“Bu kadarına da mecburlar,” dedim sinirle ama daha az önce onlara dostane davranmam gerektiğini düşünüyordum.

Ben anahtarımı çıkarıp kapıya yönelirken, “Etrafı izle,” dedi Peter. “Ne yapıyorlar, buradan çıkmanın yolunu bulabilir miyiz bak.”

“Yapacağım,” dedim ve kapıdan çıktığım gibi aceleyle kilitledim. Yürümek için arkamı dönünce de Martin’i buldum. Koridora koyduğu sandalyede, kolları göğsünde oturuyordu. Kahretsin, anahtarım olduğunu bildiği için koridoru terk etmiyordu. Ne anlamı kalıyordu ki anahtarımın ben de olmasının? “Kız kardeşimin odasına girip kıyafetlerini almam gerekiyor, bu yüzden anahtarı ihtiyacım var.”

Beni baştan aşağıya süzüp sandalyeden kalktı. Elbette bir cevap beklemedim. Önüme geçip yürümeye başlayınca onu takip ettim. Acaba konuşmak mı istemiyordu, yoksa bir sağlık problemi mi vardı? Odamda düşündüğüm yakınlaşma için, “Bir şey sormak istiyorum,” dedim ama sesimi çok yumuşatmadım. Çarpıcı bir değişim fark etmelerini istemiyordum. “Neden konuşmuyorsun? Rahatsızlık gibi bir sebebi mi var yoksa böylesini mi tercih ediyorsun?”

O kadar uzun süre cevap vermedi ki konuşamadığı gibi duyamadığını da düşündüm. Kata ulaşıp çalışma odasının kapısını açtı ve bana döndüğünde ondan ürktüm. Samimiyetsiz yakınlaşma çabamın karşılıksız kaldığını düşündüğüm sırada ağzını açtı ve ağzının içinde küçük kalmış dilini gösterdi. Hayretle geriye sendeledim ve sırtım kapıya çarparken ucu kesilmiş dilinden sanki sözcükler dökülecekmiş gibi hissettim. Zamanla iyileştiği belli olan kesik, onun konuşmayı istemiyor oluşunu değil konuşamadığını gösteriyordu.

“Onu korkutuyorsun,” sesini duyduğumda arkamı döndüm ve bize yaklaşmış olan Elvis’i görünce kolundan yakaladım. Acıma ve üzüntüyle karışmış sesimden, “Dilini kesmişler!” fısıltısı döküldü.

Elvis bunu ilk kez duyuyormuş gibi gözlerini büyütüp yüzüme doğru eğildi. “Evet!”

Tekrar Martin’e döndüm, ağzını kapatmış, kendisi hakkında konuşmuyormuşuz gibi ilgisiz bakıyordu. Elvis’e elleriyle bir kilit çevirme işareti yapıyormuş gibi beni gösterdiğinde, ne için buraya geldiğimi açıklamaya çalıştığını anladım. Ardından sırtını bize dönüp koridorda yürüyünce tekrar Elvis’e döndüm. “Senin de bir yerin kesik mi?”

Bakışlarında bir karanlık oluştu. “Bir ayak parmağım eksik.”

Başım önüme eğildi ve gözlerim onun ayakkabılarını buldu. Sağ mı sol mu? Nasıl kesmişlerdi? Bu adamlar kimlerle muhatap oluyordu? Tekrar ona baktığımda bu aptalca soruları dizmek üzereydim ama Elvis’in o dudak hareketini görünce duraksadım. Çok geçmeden anladım yalan söylediğini ya da kendince, aptalca bir kötü şaka yaptığını. “Şu an bile benimle dalga mı geçiyorsunuz bayım!"

Dudak hareketi olduğu yerde dururken kaşları havaya kalktı. “Bayım mı? Aramıza neden bu kadar mesafe koydun, bana ismimle hitap edeceğini düşünüyordum.”

Onun buz mavisi gözlerine karşı soluksuz kaldıktan sonra elimin altındaki canlılığı hissettim ve sonra fark ettim onu tuttuğumu. Elimi korkuyla kendime çekerken boynumdan yukarısı ısındı. “Benimle insan gibi konuşmayı denersen ben de sana isminle hitap edebilirim,” dedim, onlara yaklaşma arzumu hatırlayarak. “Ama sen sürekli alay ediyorsun benimle.” Onun dudak kıvırışını taklit ettim. “Bak, aynı böyle çirkin oluyorsun.”

Kolunu kaldırıp elini kapının kenarına doğru yasladı. “Böyle mi?” diyerek yüzüme baktı.

“Evet!”

“Sen bu yüzünle benim çirkinliğimi ifade edemezsin kızım.”

Ne anlatmak istediğini daha iyi anlamak için gözlerine uzun bakmam gerekliydi ama bende o yürek yokmuş, yutkunarak gözlerimi kaçırınca anladım. Buraya neden geldiğimi hatırlamaya çalışıp, “Kardeşimin odasına girmeliyim,” dedim. “Kıyafetlerini almam lazım.”

Sanki bu konu ilgisini çekmiyor gibi ağzının içinde cık cıklayıp arkasını döndü. Geniş sırtına bakarak ben de çalışma odasına girdim. İlerleyince Ares’in de burada olduğunu gördüm, masanın önünde bir şeyle meşguldü. Elvis masanın çaprazında duran dolaba ilerleyip açtığında anahtarları orada sakladığını anladım.

Ares, “Ne için geldin?” diye sordu beni gördüğünde.

Onun mesafeli gözlerine bir bakış attım. “Kız kardeşimin odasına girmem gerek.”

“Nedenmiş?”

“Her birinize açıklama mı yapmam gerekecek?” dedim, uysal davranma kararımda duramayarak.

“Bir esirsen, evet.”

Kızarak, “Biraz saygılı ol,” dedim.

“Baban ve sen oldukça huzur kaçırıyorsunuz,” dedi yüz buruşturarak.

Elvis dolaba sırt çevirip bize döndüğünde kaşlarını sertçe çatmıştı. “Birbirinizi görmezden gelmeniz işleri kolaylaştırır,” dedi ve yanıma yürürken arkadaşı gözlerini devirerek onu durdurdu. “Bekle.”

Elvis yolunu değiştirerek arkadaşına ilerlediğinde ilgileri benden uzaklaşmıştı. Ares onun göz hizasına bir kâğıdı kaldırdı ve asabi sesle, “Bir eksiğimiz var,” dedi. “Listede on sekiz kişi görünüyor fakat odalarında olan on yedi kişi var. Birisini gözden kaçırıyoruz, Elvis.”

Göğüs kemiklerim gerilip patladı ve kalbim bir endişe yumağı içinde yalnız kaldı. O eksiğin, konukların yazılı olduğu listede fark edileceği aklımın ucundan geçmezdi. Bahsettikleri, Peter’di.

Elvis kâğıdı onun elinden alıp yakından baktığında gözler bana çevrilmediği için Tanrı’ya şükrettim. Beni okumakta hiç zorlanmazlardı. O Ares kadar gamlı görünmeden kâğıdı indirdi. “Belki gemiye hiç binmemiştir.”

 

Lütfen böyle düşünün!

 

“Bunu anlamanın yalnız bir yolu var.”

Elvis hak verdi. “Odaları arayalım.”

 BÖLÜM SONU.